Dicle'nin intiharı

LEYLÂ PERVİZAT

İstanbul’da bana çok benzeyen bir kadın intihar etti. İsmi Dicle Koğacıoğlu. Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesiydi. Dersler veriyor ve kadınlarla ilgili konularda çalışıp yazıyordu. Doktora tezlerimiz de aynı konu üzerineydi. Ailesine bir not bıraktı. İçinde “Çok acı var dayanamıyorum” yazan bir not.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre en fazla insan öldüren şiddet türü, intihar. Aile içi şiddetten, namus cinayetlerinden, terörden belki de en ilginci savaştan bile daha fazla insan intihar ederek ölüyor. Her 40 saniyede bir insan intiharı seçiyor. Yıllık ortalama 1 milyon kişi. Ancak, uzmanlara göre gerçek rakam bunun çok çok üzerinde. Dini tabular, kültürel nedenler ve “çözülemeyen vakalar” var. Tektanrılı dinlerin tümü intiharı en büyük günahları arasında sayıyor. İşte bu yüzden kimse ne söylüyor ne de soruyor. Uzun süre önce görüştüğüm bir din adamı bana bilmemeyi tercih ettiğini açıklamıştı. O zaman “Nasıl cenaze namazını kıldırırım?” diye de sormuştu. Katoliklerde ise intihar edenler mezarlığa kabul edilmiyorlar. Eskilerde yol kenarına bir yere gömülürlerdi. Şimdilerde daha fazla çözüm var. İntihar gelişmiş gelişmemiş ülke dinlemiyor. İsveç ve Hollanda’da intihar edenlerin sayısı, cinayete kurban gidenlerin iki katına denk geliyor.
Neden?
İntihar psikolojik, sosyal, kültürel, biyolojik ve çevresel faktörleri içinde barındıran karmaşık bir konu. Uzmanlara göre insan kendini çıkmazda ve “en güçsüz” hissettiği anda öldürüyor. İşin paradoksal yanı ise bu kendini güçsüz hissetmekte yatıyor. Bir insanın kendi canını alması yapabileceği en büyük güç gösterisi. Psikiyatristler de intihardan kurtulan hastaları tedavi ederken işte bu paradoksa arkalarını yaslayıp hastalarına yardımcı olmaya çalışıyorlar.
Canımıza niye kıyarız? Cevap çok karmaşık ve hüzünlü. Eğer Rus bir erkek iseniz uzmanlar alkolün önemli bir faktör olduğunu söylüyorlar. Avustralya’daki Aborijinler, Yeni Zelanda’daki Maoriler, ABD’deki Kızılderililer “topluma ait olmadıklarından” intihar ediyorlar. Burada siyasal ve ekonomik nedenler çok önem taşıyor. Tüm bu ülkelerde yaşanan ırkçılık göz önüne alınınca bu yerli cemaatlerin insanları “istenmedikleri ve insan gibi yaşayamadıkları” için canlarına kıyıyorlar. İsveç’te ise intihar eden bir erkeğin cesedi 6 ay bulunmuyor. Yani bu adamı 6 ay boyunca arayan olmamış. Arasa bile “neden ortalıklarda görünmüyor” diye merak etmemiş. Merak etse bile gidip aramamış.
Dicle de benim gibi namus cinayetleri üzerine çalışıyordu. Yani kendisi bir şiddet uzmanıydı. Şiddet hem uygulayanı, hem maruz kalanı hem de üzerinde çalışanı mahvediyor. İşin ilginç yanı ülkemizde şiddet üzerine çalışanlara destek olabilecek hiçbir mekanizma yok. Kendi çalışmalarımı yaparken yüzlerce otopsi raporunu okuyup hâkimlerin verdiği az cezalara isyan edip depresyona girince “yürüyüşe çıkıp kendimi rahatlatmam” önerilmişti. İşin daha garibi de depresyonda olduğumu kimseyi inandıramamam oldu. “Dışardan depresyona girmiş” görünmüyordum. Okuyordum, yazıyordum, çiziyordum, geziyordum. Bazıların diliyle biraz sıkılmıştım. Yürüyüşe çıkınca düzelirdim. Burada asıl akılda tutulması gereken bu işlerle uğraşanların travma yaşamamasını beklemenin anormalliği. Böylesine insan ruhunu yaralayan hikâyeleri dinleyip etkilenmemek için ya makine olmak lazım ya da şeytan.
Başka ülkelerde şiddetle uğraşanlara sistematik ve ücretsiz destek vermek akademik ve sağlık kurumlarının, devletin birimlerinin iç tüzüklerinde yer alır. Hatta bu desteği almakta gecikirseniz neden almadığınız sorgulanır. Yine de bu işi çok iyi yaptığını iddia eden ülkelerde bile ciddi eksikler var. Örneğin, ABD üniversitelerinde kadına yönelik şiddet üzerine çalışanlara ait, ne ve nasıl yapmaları gerektiğini anlatan gelişmiş bir el kitabı yok. Onlar da ya polisin ya da FBI’ın kullandığı kitapçıkları kullanıyorlar.
Şiddetle uğraşırken okuduğunuz raporlardan gördüğünüz ve duyduğunuz haksızlıklardan canınız yanıyor ve desteğiniz de olmayınca acıya dayanamadığınızı yazan bir not bırakıp kendinizi Boğaz köprüsünden atıyorsunuz. “Nasıl bir insanın başka insana böyle davranabildiği” gerçeği asıl insanı çıldırtıyor. Birinin öbürüne böylesine kötülük yapması/yapabilmesi insanı mahvediyor. İşte bu noktada yapılacak en gerekli şey oturup ağlamak. Kızılderililer ağlamanın sadece ağlayanı değil tüm insanlığın bilinçaltını şifaladığını söylerler. Bir de canının canına değdiği dostlar bulabilmek. Zaten o zaman burası yaşanılası bir yer oluyor. İsveç’teki ölüsü altı ay bulunamayan adamın böylesine bir dostu yok. Yeni Zelanda’da intihar eden 25 yaşındaki Maori’nin de böylesine bir dosta ihtiyacı var. O her şeyi olan Yeni Zelandalı beyaz adamın gelip ona “senin acın dinmedikçe ben de rahat uyuyamam” diyen bir dosta ihtiyacı var. Bu “senin yaşadığın benim gerçekliğim değil, sen bunu seçtiğin için yaşıyorsun” diyen duyarsız ve ukala bir sese hiç ihtiyacı yok.
Dicle’yi en son gördüğümde benden doktora tezimi istemişti. Kendisi şu anda her neredeyse, benim yazdıklarımı okumaktan daha iyi ve güzel şeyler yaptığına eminim. Tanrıdan ailesine sabır ve kendisine rahmet diliyorum.

1 yorum:

Sadece " Cok acı var dayanamiyorum " yazan bir not biraktigini gordum ve haberin geri kalanini okumayi biraktim... Fotografi vardi, yuzune baktim bir sure... Sonra yine " Cok acı var dayanamiyorum " sozunu okudum. Upuzun bir mektup yerine birakilmis upuzun bir cumle... Zamanin dışına kendi eli ile çıkabilmiş biri, cesaret mi korkaklık mı bilmiyorum, önemsemiyorum da, ancak kesinlikle dürüst biri olduğuna inanıyorum...
Uygar

uygar ozel said...
5:06 PM  

Post a Comment